KAN TAHLİLLERİ
Günümüzde hâlâ akut romatizmal ateş, akut romatizmal hastalık, akut eklem romatizması, romatizmal kalp hastalığı, romatizmal kalp üfiirümü vb terimler büyük ölçüde karışıklık yaratmaktadır. Akut romatizmal ateşin belirtilerinin çok sayıda ve değişken olduğu göz önüne alınırsa, bu durum bir ölçüde de olsa açıklanabilir. Kalp romatizması, romatizmal bir hastalık olan bu patolojik sürecin kalpte yerleşimini ifade eder. Bir bağ dokusu hastalığı olan akut romatizmal ateş, A grubu (3-hemolitik streptokok adındaki bakteride bulunan ya da bu bakteri tarafından üretilen bazı maddelere karşı aşın duyarlılık tepkisiyle ortaya çıkar. Bu durum daha ayrıntılı olarak şöyle açıklanabilir: Vücuda ne zaman bir mikrop girse, bu mikroba karşı antikor denen bazı maddeler üretilir. Antikorlar, organizmaya yabancı olan bu mikropların ürettiği ya da taşıdığı antijen adlı maddeleri nötraüze eder (etkisizleştirir). Akut romatizmal ateşe neden olan P-hemolitik streptokokun antijenleri ise olağan durumda insan kalbinde bulunan bazı yapılarla benzerlik gösterir.
Organizmada fJ-hemolitık streptokok antijenlerinin bulunması, yani bu mikropların bulaşması, antikorların oluşmasına yol açar. Bunlar yalnızca söz konusu antijenlere karşı değil, kalpteki benzer maddelere karşı da etki gösterirler. Romatizmal kalp lezyonları, kalp dokusu düzeyinde yerleşen bir an-tijen-antikor tepkimesi sonucunda, yani bir özbağışıkhk tepkimesinden sonra ortaya çıkar. Kalbin yanı sura deri ve eklemleri de etkileyebilir. Ama bu bölgelerde romatizmal iltihap iz bırakmadan iyileşirken, kalpte, Özellikle de kalp kapakçıklarında geriye dönüşü olmayan hasarlara yol açar. “Akut eklem romatizması eklemleri yalar geçer, kalbi ise ısırır” sözü bu durumu anlatır. Başlangıçta da belirtildiği gibi akut romatizmal ateş değişken belirtiler gösterir ve genellikle önceden tahmin edilemeyen bir biçimde gelişir. Gene de gidişi evrelerle gösterilebilir:
I. Evre. Genellikle 6-15 yaş arasında görülen p-hemolitik streptokok enfeksiyonu boğaz ağrısı, yutağın ve bademciklerin kızarması, genellikle yüksek ateş ve genel kırıklıkla kendini gösterir. Bu nedenle sıradan bademcik iltihaplarının hekime gösterilmesi ve olası bir romatizmal sürecin önlenmesini sağlayacak tedavi uygulanması önemlidir. Bu durum, genellikle hemolitik streptokokların enfeksiyon odağı olan diş çürükleri için de geçerlidir.
Vücut, (ü-hemolitik streptokokların antijenleriyle bu ilk evrede karşılaşır ve antikor üretmeye başlar.
II. evre ya da duyarlılaşma evresi. Genellikle 2-3 hafta süren bu evre, streptokokun bulaşması ile akut romatizma nöbetinin ortaya çıkması arasındaki süreyi kapsar. Genellikle belirti yoktur.
III. evre ya da kronikleşme evresi. Hastalığın olası yinelemelerine ya da özgün klinik belirtiler olmadan hafif belirtilerle (subklinik) sürmesine bağlıdır. Subklinik biçim ya da olası yinelemeler kalıcı kalp hasarının derecesini belirlediğinden, bu durumları erkenden fark etmek ya da olanak varsa önlemek çok önemlidir. Bazı laboratuvar incelemeleri bu açıdan çok yararlıdır: Sedimantasyon (alyuvar çökme) hızı, kanda ASO miktarı (antistreptolizin-O titrajı), C-reaktif protein, mukoproteinler, kanda romatizmal faktör (R.F.) varlığı. Bu İncelemeler hastalığın başlangıç evresinde tanı sağlamanın yanı sıra, gidişi kontrol etmek ve kesin iyileşme durumunu saptamak için de yaygm olarak kullanılmaktadır.
Streptokok mikrobuna bağlı boğaz iltihabını zamanında tedavi etmek gerektiğinden ve streptokoka bağlı olmayan boğaz iltihaplarını da saptamak yararlı olduğundan, tanıyı kesinleştirmek için bakteriyolojik incelemelere başvurmak gerekir. Ama sorun göründüğünden daha karmaşıktır: Birçok kişi başka A grubu (3-hemolitik olmayan) streptokok mikroplarının taşıyıcısıdır ve bu mikroorganizmalar aslında var olan hastalıktan sorumlu değildir. Bu olgularda gerek boğaz iltihabının akut evresinde, gerek iyileşme dönemlerinde kan almak ve antistreptolizin-0 titrajını saptamak gerekir.
ASO NEDİR?
A grubu hemolitik streptokoklar streptolizin – O adı verilen bir hücre dışı madde üretir. Bu madde antistreptolizin denen özgün antikorların oluşumuna yol açar. Olağan koşullarda antistrepto-lizin-0 titrajı görece düşüktür (çocuklarda 333 ünite, genç erişkinlerde 250 ünite). Oysa A grubu bir streptokok enfeksiyonu, özellikle bademcik iltihabı ya da diş apsesi gibi bir enfeksiyon odağı da varsa, bu değerlerin yükselmesine yol açar; çünkü anatomik nedenlerle bu bölgeler, akut enfeksiyon atağından sonra temizlenmeyip streptokok barındırmayı sürdürürler. Streptokok enfeksiyonunun ardından antistreptolizin üretimi, hastalığın başlangıcından 2-5 hafta sonra, yani klinik belirtiler kaybolduğunda en yüksek düzeye ulaşır. Bu nedenle antistreptolizin-0 titrajı boğaz iltihabının akut evresinde değil, İyileşme döneminde yapılmalıdır. Kanda yüksek oranda ve sürekli antistreptolizin-0 bulunması, uzun süredir yerleşmiş olan bir streptokok enfeksiyonunu gösterir.
KAN TAHLİLLERİ CEA
Hekimler sık sık şu sorularla karşılaşırlar:
• Vücutta bulunan herhangi bir tümörün kan incelemeleri yoluyla saptanması olası mıdır? Kan incelemeleri yoluyla böyle bir tümörün en erken evresinde belirlenmesini sağlayan ve böylece erken tanı sayesinde köklü bir tedaviye olanak veren bir madde var mıdır?
• Her tümör tipine özgü olarak, kandaki düzeyi tedavi edildiğinde düşen ve yineleme ya da sıçrama (metastaz) gibi durumlarda yeniden yükselen bir maddeden söz edilebilir mi?
Her iki sorunun cevabı da evettir.
Son yıllarda, yalnızca tümörlü hastaların kanında saptanan bazı maddeler incelendiğinde, bunların sağlıklı insanların kanında bulunmadığı görülmüş böylece birçok sayıda kanser “ajanı-habercisi” keşfedilmiştir.
Keşfedilen maddelerden Özellikle üçü klinik açıdan çok önemlidir: CEA {karsinoembriyonik antijen), AFP (alfa-fetoprotein) ve HCG (insan koryonik gonadotropini).
Karsinoembriyonik antijen (CEA): Kimyasal yapısı henüz tam olarak çözülememiş olan CEA, yapısı birbirine çok benzeyen çok sayıda maddenin ortak adıdır. İlk kez 25 yıl önce kalınbağırsağın kötü huylu tümörlerinin sıçradığı dokulardan elde edilmiştir. Bu maddeye verilen karsino embriyo-nik ya da “onkofetal” adı dölütün (fe-tüs) bağırsaklarından ya da karaciğerinden elde edilebilmesinden kaynaklanır. Kalınbağırsak kanseri hastalarının kanında oldukça yüksek düzeyde CEA’ya rastlanmaktadır. Bununla birlikte kalınbağırsak kanseri dışında mide, pankreas, akciğer, kadm cinsel organlarına ait kanserlerde de kanda bu madde saptanabilmektedir. Bazen de tümör olmadığı halde, ülseratif kolit, karaciğer sirozu, kalınbağırsakta yaygın polip bulunması, amfizemli kronik bronşit gibi hastalıklarda CEA yükselebilmektedir. Sigara içenlerin kanındaki CEA düzeyi sigara içmeyenlere göre biraz daha yüksektir. Sağlıklı kişilerdeki CEA düzeyi 5 ng/ mg olarak belirlenmiştir; bunun üzerindeki değerlere kuşkuyla yaklaşıl-mahdır.
Yukarıdan da anlaşılabileceği gibi CEA ne vücutta tümör olup olmadığı, ne de bulunan tümörün türü konusunda kesin bilgi verebilir. CEA’ nın işlevi, yüksek değerler bulunduğunda tümör kuşkusunun ortaya çıkması, incelemelerin derinleştirilmesi ve böylece hastalığın başlangıç aşamasında saptanabilmesidir.
Özellikle kalınbağırsak, akciğer, pankreas ve mide gibi CEA düzeyinin başlangıçta yüksek olduğu kanser türlerinin cerrahi tedavisi sonrasında CEA testinin yol gösterici bir işlevi vardır. Bu tümörler cerrahi tedavi ile bütünüyle çıkartıldıktan sonra kandaki CEA düzeyi normale döner. CEA düzeyinin ameliyat sonrasında yüksek kalması bir miktar tümörlü dokunun çıkarılmadığını ya da tümörün öteki organlara sıçradığını gösterir. Ameliyat sonrasında normale dönen değerler bir süre sonra yükselmeye başlarsa, bu da hastalığın yinelediğinin göstergesidir.
Kanserli hastaların cerrahi tedaviden sonra belli aralıklarla CEA taramasından geçirilmesi yineleme ve metastazların erken evrede saptanmasını sağlar. Cerrahi tedaviyi izleyen aylar ya da yıllarda henüz klinik belirtiler ortaya çıkmadan hasta-nan kanında yüksek CEA’nın bulunmasıyla metastaz ve benzeri durumlar erken evrede saptanabilir. Kanserli dokunun ameliyat yoluyla bütünüyle çıkarıldığı kalınbağırsak kanserlerinde olası yinelemeler genellikle 6-18. aylar arasında ortaya çıkar. Bu yüzden bu hastaların ameliyattan sonra iki aylık aralıklarla CEA taramasından geçirilmeleri önerilir; beş yıl boyunca sürdürülmesi gereken bu taramalar ikinci yıldan sonra 3-4 ayda bir yapılmalıdır. Bu taramalar sırasında CEA düzeyi 15 ng/mg’nin üstüne çıkarsa hasta ayrıntılı bir muayeneden geçirilmelidir.
KAN TAHLİLLERİ HEMOGRAM
Hemogram olarak adlandırılan inceleme alyuvar ve akyuvar sayılarının belirlenmesine, hemoglobin miktarının ölçülmesine ve akyuvar formülünün çıkarılmasına dayanır.
NORMAL DEĞERLER
Normal değerler alyuvarlar için mm3lte 4,5-5 milyon, akyuvarlar için mm3rte 5-8 bindir.
Her alyuvardaki hemoglobin miktarını belirten alyuvar değeri (alyuvar sayısı ve hemoglobin arasındaki ilişki) 0,8-1,1′dir. Akyuvar formülü değişik tipteki akyuvarların, toplam akyuvar sayısına oranıdır. Normal akyuvar formülünde nötrofil granülosit yüzde 55-70, eozüıofü yüzde 1-2, bazofil yüzde 0,5-1, lenfosit yüzde 25-35, monosit yüzde 6-8 oranındadır.
Hemogram kandaki hemoglobin miktan hakkında dolaylı bilgi sağlar. Doğrudan hemoglobin Ölçümü, yanılma payı daha az olan kimyasal yöntemlerle ya da optik yöntemlerle yapılır. 100 mi kandaki hemoglobin miktarı, o kanın oksijen taşıma kapasitesinin göstergesidir. Hemoglobin düzeyi düşük olduğunda kansızlık tanısı söz konusudur. Hemoglobin miktan 100 ml’de gram olarak ifade edilir.
Alyuvar hacminin kan hacmiyle ilişkisini değerlendiren incelemeye hema-tokrit adı verilir. Bu incelemede kan Örneği ölçeklendirilmiş test tüpüne konur ve santrifüj edilir. Alyuvarlar tüpün dibine çökerken plazma üstte kain-. Tüpteki işaretlere bakılarak, çöken alyuvar kütlesinin tüpteki toplam kan hacmine oranı belirlenir.
Hemogram incelemesiyle elde edilen alyuvar sayısı, hemoglobin miktarı ve hematokrit değerleri, kansızlık tanısınm daha da kesinleştirilmesinde ve bazı alyuvar özelliklerinin belirlenmesinde son derece yararlı bilgiler sağlar. Bu bilgilerden ilki hematokrit değerinin alyuvarlar sayısına bölünmesiyle elde edilen ortalama alyuvar hacmidir (OAH). İkincisi her alyuvarın içerdiği ortalama hemoglobin miktarıdır. Ortalama alyuvar hemoglobini (OAHb) denen bu değer, 100 mi kandaki hemoglobin miktarının alyuvar sayısına bölünmesiyle elde edilir. Üçüncüsü ise 100 mi kandaki hemoglobin miktarının hematokrit değerine bölünmesiyle elde edilen ortalama alyuvar hemoglobin yoğunluğudur (OAHbY).
Alyuvarların biçimsel özelliklerine göre sınıflandırılan kansızlık hastalıkları OAH, OAHb ve OAHbY değerlerine göre üç büyük alt gruba ayrılır: OAHbY’nin normal, OAH ve OAHb1 nin yüksek olduğu makrositer kansızlıklar; OAH ve OAHb’nin düşük, OAHbY’ nin düşük ya da normal olabildiği mikrositer kansızlıklar; üç değerin de normal olduğu normositer kansızlıklar.
ÇOCUKLARDAKİ DEĞERLER
1- Kan miktan: Yenidoğanlarda yaşamın ilk saatlerinde dolaşımdaki kan miktan vücut ağırlığının yaklaşık yüzde 10′u kadardır. Bu değer giderek vücut ağırlığının yüzde 8,5′ine kadar düşer. Yenidoğanlarda mutlak kan miktan değeri 310-330 cm3, ergenlik döneminde ise 4.500 cm3>tür (4,5 İt).
2- Alyuvar sayısı: Doğum anında alyuvar sayısı mm3lte 5-6 milyondur. Normal değerlerin üzerinde olan bu düzey, alyuvar sayısındaki azalmayla (he-moliz) ilk hafta içinde 5 milyona, dördüncü ay sonunda da 4 milyona iner. Daha sonra alyuvar sayısının artmasıyla 4,4-4,8 milyona çıkar.
3- Alyuvar hacmi: Yaşamın ilk gününde 105-H0 (i3 (I |i=mm’nin binde biri) gibi çok yüksek bir düzeydedir. Daha sonraki 12 ay boyunca 77-78 |X3′e kadar düşer. İlk yıldan sonra yeniden yükselmeye başlayan alyuvar hacmi üçüncü yılın sonunda ortalama olarak 80 M,3′e, ergenlikte 82 (i3ie ve yetişkinlik döneminde 87 p,3′e ulaşır.
4- Alyuvar çapı: Doğumdan sonraki ilk iki haftada alyuvar çapı oldukça büyüktür. Ortalama 8,5 jj. olan bu değer birinci yılın sonunda 7-7,3 |J.’a, üç yıl sonra İse yetişkinlerdeki düzeye yalan olan 7,4 jı’a ulaşır.
5- Hemoglobin: Yaşam için temel bir işlev gören hemoglobin oksijen ve karbon dioksit taşıyan proteindir. Doğumda çevrel damarlardaki, yani vücutta bulunan daha küçük kan damarlan-nın oluşturduğu ağdaki kanda hemoglobin değeri 100 ml’de 16,5 gr dolayındadır. Üçüncü ve dördüncü aylarda bu değer belirgin bir biçimde azalır. İlk yıldan sonra yeniden yükselerek 12 yaşın üzerinde 14-15 gr’ye varır.
6- Alyuvarlann yaşam süresi: Yeni-doğanda 80-100 gün, yetişkinde ise ortalama 120 gündür.
7- Retikülositler (genç alyuvarlar): Doğum anında bütün alyuvarlann binde 20-30′u retikülositlerden oluşur. İzleyen 5-6 günde belirgin bir azalma görülür ve bu oran binde 10′a iner.
8- Akyuvar sayısı: Doğum anında çok yüksektir. Genelde mm3′te 20 bin olan bu değer bazen 40 bine kadar da çıkar. Bir hafta sonra yaklaşık 10-12 bine düşer. Akyuvar sayısı 6-7 yaşlanna doğru hemen hemen yetişkinlerdeki düzeye yakın bir değere mm3′te 6-7 bine iner.
9- Alyuvar formülü: Doğumda yüksek olan bazofîl granülosit değeri (yüzde 3-6) daha sonra yüzde 1-2′ye düşer. Yaşamın ilk 8-10 gününde yüksek olan monosit değeri (yüzde 10-15) hemen yetişkin değerlerine (yüzde 5-7) düşer.
İŞLEVİ
Kan incelemesinden elde edilen sonuçlar normal değerlerden farklıysa şu hastalıklar düşünülebilir:
Alyuvar sayısının erkekte 4,5 milyondan, kadında 4 milyondan az olması ya da alyuvar sayısı normalken alyuvar değerinin 0,8′den az olması kansızlığa işaret eder. Alyuvar sayısının 5,5 milyondan fazla olması polisitemiyi düşündürür. Alyuvar sayısının az olmasına karşın, alyuvar değerinin normal olduğu durumlarda normokromik kansızlık söz konusudur. Bu hastalıkta kandaki hemoglobin miktan da azalır. Hiperkro-mik kansızlıkta ise alyuvar sayısı azalmıştır, ama alyuvar değeri 1,1′in üzerindedir; alyuvarlar pernisyöz anemide (B12 vitamini eksikliğine bağlı kansızlık) görüldüğü gibi normal düzeyden daha fazla hemoglobin içerirler. Hipok-romik kansızlıkta alyuvar değeri 1,1′in altındadır. Burada hemoglobin miktan alyuvar sayısına göre önemli ölçüde azalmıştır. Akyuvar sayısının mm3lte 10 binin üzerinde olmasına lökositoz, mm3lte 5 binin allında olmasına ise lö-kopeni denir. Eozinofili ise eozinofil akyuvar yüzdesinin yüzde 4′ü aştığı durumdur (normal değer yüzde 1-2). Değerin yüzde l’in altına düşmesi durumunda eozinopeni söz konusudur. Lenfosit mıktannın yüzde 4O’ı aşması lenfositoz, önemli ölçüde azalması ise len-j fopeni olarak adlandırılır. Monositoz,! monosit yüzdesinin yüzde 10′u aşma-] sidir (normal değer yüzde 6-8). Bu durum sıtma ve kızıl, kızamık, kıza-1 mıkçık gibi bazı döküntülü hastalık-) larda görülür.
Kan incelemesiyle aynca alyuvaria-l nn biçim ve çaplarına ilişkin değişik-l likler de belirlenebilir. Alyuvarları meydana gelen değişikliklerin tipine] göre şu adları alırlar:
Makrosit yuvarlak biçim almış,] normalden büyük çapta, ama hemog-| lobin içeriği normal ya da normalin al- [ tında olan alyuvarlara verilen addır. Megalositler yumurtamsı (oval) şekil1 almış, çapı normalden büyük ve hemoglobin içeriği zengin alyuvarlardır; megalositler pernisyöz aneminin tipik bulgusudur. Mikrosit ise çap ve hacmi normal değerlerin altında olan alyuvardır.
Anizositoz terimi kanda değişik Çaptaki alyuvarlann, yani makrosit ve mikrositlerin bir arada bulunmasını ifade eder. Poikilositoz ise alyuvarlann düzensiz kenarlı olmasıdır. Bu bulgular kansızlıkta görülür.
KAN TAHLİLLERİ HEPATİT BELİRTEÇLERİ
Kanda hepatit belirteçlerinin bulunması o kişinin daha önce hepatit virüsü ile karşılaştığını gösterir. Saptanan belirtecin tipine göre karşılaşılan virüsün türü belirlenebilir ve klinik gelişmesi izlenebilir. Hastalığın gelişimi kişiden kişiye değişebilir: A ve B virüsleri geçici bir karaciğer harabiyeti sonrası genellikle hiçbir iz bırakmadan iyileşirken, bazı kişilerde B virüsünün kısa zamanda ortaya çıkardığı karaciğer yıkımı hastanın akut karaciğer yetmezliği sonucu yaşamını yitirmesine neden olabilir. Bu klinik tabloya fulminan (öldürücü) hepatit adı verilir. Bazı B tipi virüs enfeksiyonlarında ise hasta virüsü ömür boyu vücudunda taşır ve bunlara tıp dilinde "hepatit B portörü (taşıyıcısı)" adı verilir. Hepatit B taşıyıcılarının çoğunda klinik belirti görülmezken bazılarında akut hepatit, kronik hepatite dönüşerek zamanla karaciğer yetmezliği gelişebilir.
Hepatit D virüsü "eksik" bir virüstür. Yalnızca hepatit B virüsüyle birlikte bulaştığında ya da bu virüsün taşıyıcılarında enfeksiyona yol açar. Taşıyıcı-lardaki enfeksiyon hastanın durumunda ağırlaşmaya neden olur.
Hepatit C virüsü alan kişilerin yaklaşık yarısında hastalık kronikleşmektedir. Hepatit E virüsü hepatit A gibi sindirim sistemi yoluyla bulaşmasına karşın özellikle gebe kadınlarda daha sık öldürücü hepatite yol açar.
Hepatit belirteçlerini saptamak için yapılan kan tahlillerinde herhangi bir ön hazırlığa (hastanın birkaç saat öncesinden başlayarak hiçbir şey yememesi vb) gerek yoktur.
• Hepatit A belirteçleri - Hepatit A virüsünün yapısında, vücutta antikor yapımını uyaran antijen yapısında bir bölge bulunmaktadır. Bu antijen yapısındaki bölge, belirteçlerden birini oluşturur ve kısaca HAAg (hepatit A antijeni) adıyla anılır. Öteki hepatit A belirteçleri bu antijene karşı oluşan immünglobülin M yapısındaki anti-HAV IgM ve immünglobülin G yapısındaki anti-HAV IgG antikorlarıdır. HAAg hem kanda, hem de dışkıda saptanabilen bir belirteçtir. Ama vücut bu antijene karşı hemen antikor oluşturup onu yok ettiğinden vücutta çok kısa süre kain". Bu yüzden vücutta uzun süre kalabilen antikorların saptanması daha uygun olacaktır. Bu nedenle hepatit A virüsüne bağlı hastalığın en kesin tam yöntemi vücudun bu virüse karşı oluşturduğu antikorların saptanmasidir. Bugün kullanılan enzimimmünolo-jik yöntemler (EIA) bu antikorların doğru olarak saptanmasını kolaylaştırmıştır. Virüse karşı oluşan anti-HAV antikorlarına kanda henüz belirtiler görülmeden rastlanır, ama miktarları çok yüksek değildir. Gün geçtikçe miktarı artan antikorlar en yüksek düzeyine hastalıktan 3-4 ay sonra ulaşır ve vücutta yıllar boyu kalır. Özgün antikorun saptanması enfeksiyonun geçirilmekte mi, yoksa çok Önceden mi geçirilmiş olduğunu ayırt etmeye yardımcı olmaz. Bu ayırım ancak antikorların alt gruplarının saptanmasıyla ortaya çıkarılabilir. IgM tipi antikorlar hastalığın birinci haftasından başlayarak yükselmeye başlar ve en yüksek düzeye ulaşırlar. Bu tip antikorlar hastalığın akut evresini saptamaya yarar ve 60-80 gün içinde bütünüyle kaybolurlar. Kanda hastalığın bütünüyle iyileştiği dönemden başlayarak saptanabilen IgG tipi antikorlar ise geçirilmiş olan bir hepatit A enfeksiyonunu gösterir. Bu antikorlar kanda uzun yıllar kalarak hastalığın yeniden geçirilmesini engeller.
• Hepatit B belirteçleri - Hepatit B virüsü DANE taneciği denen karmaşık yapıda bir kütleden oluşur. Bu kütlenin yüzeyindeki HBsAg (hepatit B yüzey antijeni) denen antijenik yapı kütleyi ve içerisindeki çekirdek antijenini (HBcAg) sarar. HBcAg denen antijenik bölüm protein yapısındadır ve DANE parçacığının iç kısmında yer aldığından kanda serbest halde saptanamaz. HBe antijeni ise HBc antijeninin bir parçalanma ürünü olan proteindir. Plazmada çözünmüş olarak bulunur. Bu durum, kanda hepatit B virüsü taneciklerinin fazla miktarda olduğunu, hastanın da çok bulaştıncı evrede bulunduğunu gösterir. Bu antijenlere karşı vücudun yanıtı antijene özgü antikor oluşturmaktır. Böylece anti-HBs, anti-HBc ve anti-HBe olmak üzere üç ayrı antikor oluşur. Bu antikorlar kendilerine uyan antijenleri vücuttan uzaklaştırmak için savaş verirler. Hepatit B virüsü ile hepatit D virüsü de varsa, hasta kanında anti-hepatit D antikoru (anti-delta) bulunur.
Aşağıda hepatit B virüsünün enzim-immünolojik yöntemlerle (EIA) saptanabilen belirteçleri ayrıntılı olarak ele alınmıştır:
• HBsAg - Hepatit B virüsünün yüzey kesimini oluşturur. Eskiden "Avustralya antijeni" adı verilen HBsAg klinik belirtilerin ortaya çıkmasından iki hafta önce kanda saptanabilir ve normal koşullarda iyileşmeden birkaç ay sonra kaybolur. İyileştikten altı ay sonra hâla kanda HBsAg saptanıyorsa, hastanın bağışıklık yanıtı yetersiz demektir. Bu durumda ya hiç belirti vermeyen kronik taşıyıcılık durumu ya da zaman zaman belirti veren kronik hepatit B enfeksiyonu oluşur. Ortaya çıkan kronik hepatit B enfeksiyonu ya yıllar sonra iyileşir ya da karaciğerde yaptığı hasar zamanla karaciğer sirozuna ve/ya da kanserine yol açar,
• Anti -HBs - Hepatit B'nin yüzey antijenine karşı vücudun oluşturduğu antikordur. Genellikle belirtilerin ortaya * çıkmasından uzun bir süre sonra oluşur. Hastalığın başlamasından 4-5 ay sonra kanda belirir ve yüzey antijenini yok ettiğinden hastalığa karşı bağışıklık oluşturur. Kanda çok erken dönemde saptanırsa, vücudun virüse karşı aşırı duyarlılık gösterdiği kabul edilir. Bu aşırı duyarlılık ise hastada fuhninan (öldürücü) hepatit gelişiminin habercisi olabilir.
• HBcAg - Virüsün merkezinde bulunan çekirdek, antijenin kendisidir. Ancak karaciğer biyopsisinde alman hüc- , relerin mikroskop altında incelenmesiyle saptanabilir. Hastalığın akut evresinin başlamasından sonra genellikle artık saptanamaz hale gelir.
• Anti-HBc - Çekirdek antijenine karşı vücudun oluşturduğu bir antikordur. Belirtilerin oluştuğu dönemde kanda ilk saptanan antikordur. Kanda anti-HBc IgM ve anti-HBc-IgG biçiminde bulunur. Kanda anti-HBc IgM tipinin bulunması geçirilmekte olan bir enfeksiyonu gösterir. IgG tipi antikorlar ise kanda uzun süre kalırlar ve önceden geçirilmiş olan bir hepatit B enfeksiyonunu gösterirler.
• HBeAg - Kanda B tipi hepatitin kuluçka döneminde saptanabilen bu antijen kendisine karşı oluşmuş anti-HBe antikorlarının etkisiyle kaybolur. Kanda akut evrenin sona ermesinden sonra da görülüyorsa kronik hepatite dönüşüm söz konusudur.
• Anti-HBe - Antijen E'ye karşı oluşan bir antikordur. Kanda saptanması hastalığın iyileşme döneminde olduğunu gösterir.
• Delta antijeni ve anti-delta antikoru - Hepatit B geçirmiş ya da geçirmekte olan kişilerde görülen delta hepatiti-nin belirtecidir. Hepatit B virüsüyle birlikte delta virüsünü de alan hastalarda belirtiler daha ağır seyreder.
• Hepatit C belirteçleri - 1989da saptanan hepatit C virüsü ayrı bir virüs olarak elde edilemediği, yalnızca RNA genomunun bir bölümü belirlenebildiği için, günümüzde bu RNA'dan yapay olarak bireşimlenen proteinlere karşı kanda bulunan antikorlar saptanarak tanı konabümektedir. Ayrıca RNA'nın küçük parçalan üretilerek tanıya ulaşılabilir. Daha kesin tanı koymaya yarayacak yöntemlerin bulunması için yoğun araştırmalar sürmektedir.
• Hepatit E belirteçleri - Virüs olarak elde edilemeyen hepatit E'nin de RNA genomu saptanmıştır. Bu parçadan yapay olarak bireşimlenen proteinlere karşı hasta kanında bulunan antikorların belirlenmesiyle tanı konulur.
BELİRTEÇLERİN ÖNEMİ
Virüs hepatiti genelde tam iyileşmeyle sonuçlanan bir hastalıktır. Ama hepatit B bazen fulminan (öldürücü) hepatit sonucu ölüme yol açabilir ya da siroza ve hatta karaciğer kanserine dönüşebilir. Ayrıca bazı hastalar kronik taşıyıcı haline gelerek hastalığın yayılmasına neden olabilirler. Belirteçler sayesinde virüs hepatitleri kolayca saptanabilmekte ve gerekli önlemler alınarak hastalığın iyileşmesi kolaylaş-tınlabilmektedir. Ayrıca kronik taşıyıcılar da saptanarak bunların yakınlarına virüsün bulaşmasını engellemek amacıyla hemen aşı yapılabilmektedir. Hepatit B kronik taşıyıcılarının taranması uzun vadede bu hastalığın azalmasına önemli bir katkıda bulunacaktır.
KAN TAHLİLLERİ KAN AZOT VE KREATİNİN DÜZEYLERİ
Böbreğin temel görevi idrar denen maddeyi kandan süzerek, metabolizma artıklarırun ve vücuda zarar verebilecek başka maddelerin bu sıvı içinde çözün-mü^ olarak vücuttan atılmasını sağlamaktır. Böbreğin yapışma bakıldığında esas olarak glomerül denen kılcal damar yumaklarından ve ince borucuklar-dan oluştuğu görülür.
Glomerüllerden süzülen maddelerin ve suyun toplandığı borucuklar yalnız mikroskop altında görülecek ölçüde incedir. Her glomerül, süzdüğü idrarı kendine ait borucuğa, bu borucuklar da idrarı boşaltım yollarına iletir. Ama ilk aşamada borucuklara geçen sıvı önemli değişikliklere uğradıktan sonra böbrekten çıkar. Bazı maddeler borucuklan çevreleyen kan damarlarına geçerek yeniden dolaşıma katılırken, bazı maddeler de kan damarlarından borucuklara geçerek dolaşımdan uzaklaştırılır. Böylece vücudun gereksindiği maddelerin atılması son anda engellenmiş, glomerüllerden süzülmeyen maddelerin de vücuttan uzaklaştırılması sağlanmış olur. Sonuç olarak borucuklar yeniden kazanım yâ da geri emilim sürecinin de gerçekleştiği son derece Önemli yapılardır.
Glomerüllerden borucuklara süzülen ve atık maddelerin yanı sıra vücuda yararlı maddeleri de içeren sıvıya ilk idrar denir. îlk idrarın bileşimi ve miktarı, hem böbreğe bağlı, hem de böbrekten bağımsız bazı etkenlere göre değişir.
İlk idrarın miktar ve bileşimini belirleyen başlıca etkenlerden biri süzme işlevi gören alanın genişliğidir. Glome-rülonefrit gibi hastalıklarda glomerülle-rin bir bölümü iltihaplanarak devre dışı kalır. Bu durum doğal olarak ilk idrann miktar ve bileşimini etkiler. Böbrekte süzme işlevini yerine getiremeyen bölümün büyüklüğüne, başka bir deyişle iltihaplanan glomerül sayısına göre artan şiddette böbrek yetmezliği ortaya çıkar. İlk idrarı belirleyen öbür önemli etken kan basıncıdır. Normal koşullarda glomerül damarlarına gelen kanın basıncıyla doğru orantılı olarak su ve öbür maddeler damar dışına çıkmaya zorlanır. Kan basıncı çeşitli nedenlerle normal sınırlan aşmışsa glomerül işlevleri de bozulur. Örneğin aşırı kan kaybma bağlı olarak kan basıncının düşmesi sonucu hastanın çıkardığı idrar miktarı giderek azalır ve ağır durumlarda idrar üretimi tamamen durur. Borucuklara geçen idrarın geri emilimi hi-pofızin arka lobundan salman antidiüre-tik hormonun (ADH) kandaki düzeyine bağlı olarak da değişir. Vücudun sıvı açığı olduğu durumlarda salgılanarak ilk idrarın geri emilimini hızlandım: ve böylece su kaybı önlenmiş olur. Dışarıdan aşırı sıvı alındığı durumlarda ise bu hormon daha az salınır ve borucuklar-dan geri emilen sıvı miktarı azalır. Bütün bu mekanizmaların temel amacı vücudun su ve elektrolit dengesinin korunması, hücre işlevlerinde bozulmanın engellenmesidir. Böbrek işlevlerinin bozulması, yukarıda belirtildiği gibi yalnızca bu organın çalışmasına bağlı değildir. Öbür etkenler de dikkatli bir biçimde araştırılmalıdır.
NASIL YAPILIR?
ESH Ölçümünde hastadan alınan az miktarda kan içine pıhtılaşmayı önleyici bazı maddeler konduktan sonra üzerinde işaretler bulunan özel bir tüpe alınır. Belirli bir süre sonra (1-2 saat) tüpün üzerindeki işaretler yardımıyla kanın içindeki alyuvarların ne kadarının yerçekimi etkisiyle tüpün dibine çöktüğü okunur ve çökme hızı hesaplanır. Zaman geçtikçe alyuvarlar dibe doğru çökerken tüpün üst kısmında kanın plazma bölümünden oluşan sarımsı bir tabaka ortaya çıkar.
YORUMLANMASI
Alyuvar çökme (sedimantasyon) hızının normal sınırların dışına çıkması bir hastalık durumunu gösterir, ama hastalığın türü ve yapısı hakkında fazla bilgi vermez. Herhangi bir yakınma ile hekime başvuran kişide sedimantasyon hızının ölçülmesi, tanıya giderken atılacak adımların yönünü belirler. Tedavinin başlamasından sonra yapılan ölçümler de hekime doğru yolda olup olmadığını gösterir.
Hastada sedimantasyon hızı yüksel-, meşinin nedeninin açıklanamaması, ya-Ipılacak incelemelerin Bu özellikleriyle sedimantasyon, vücut sıcaklığına benzetilebilir. Tıpkı vücut sıcaklığı gibi, sedimantasyonun da bazen bütünüyle sağlıklı kişilerde bile normal değerlerin üzerine çıkabileceği unutulmamalıdır.
Bu özellikleriyle sedimantasyon, vücut sıcaklığına benzetilebilir. Tıpkı vücut sıcaklığı gibi, sedimantasyonun da bazen bütünüyle sağlıklı kişilerde bile normal değerlerin üzerine çıkabileceği unutulmamalıdır.
NORMAL DEĞERLER
Sedimantasyon değeri milimetre olarak ya da Katz indeksi kullanılarak tanımlamr. Katz indeksi, birinci saat değeri ile ikinci saat değerinin yansının aritmetik ortalamasıdır. Katz değerinin normal sının erkekler için 5, kadınlar için 8, üst sının ise erkekler için 15, kadınlar için 20'dir. ESH yaşamın ilk haftalarında çok düşüktür. Yaşlılarda ise herhangi bir neden olmaksızın hafifçe yükselebilir. Âdet gören kadınlarda belirgin bir değişiklik göstermez. Gebeliğin dördüncü ayından sonra yükselmeye başlar ve doğumdan sonraki 3-8 hafta yüksek kalır. Katz indeksi gebelikte 40 gibi çok yüksek değerlere çıkabilir.
Sedimantasyon hızı birçok hastalıkta azalır ya da artarken bazı kansızlık türleri, bel ağrısı, nevrit (sinir iltihabı) gibi hastalıklarda normal şuurlarda kalır. Günümüzde laboratuvarlann çoğunda yalnızca ilk yarım saat ve birinci saat sedimantasyon değeri verilmekte, Katz indeksi hesaplanmamaktadır.
SEDİMANTASYON HIZININ YÜKSELDİĞİ DURUMLAR
ESH, enfeksiyon hastalıkları, iltihabi hastalıklar, doku yıkımına yol açan hastalıklar ve tümörlerde yükselir. Ama belirli bir bölgeyle sınırlı iltihaplar ateş ve halsizlik gibi genel belirtilere karşın sedimantasyon yükselmesine yol açmayabilir. Benzer biçimde üst solunum yolu enfeksiyonlarında da sedimantasyon yükselmesine rastlanmayabilir. Öte yandan sedimantasyonun normal sınırlar içinde bulunması hastada tümör olmadığının kanıtı değildir. Kötü huylu tümörler genellikle belirgin bir sedimantasyon yükselmesine yol açarken, bazı iyi huylu tümörlerde bu yükselme olmayabilir.
Sedimantasyon hızındaki artış hastalığın şiddetiyle doğru orantılıdır. Hastalığın iyileşme evresinde ateşin düşmesiyle birlikte ESH de normale döner, Bazı durumlarda ise, hastalık iyileştiği halde ESH haftalarca yüksek kalabilir. ESH özellikle verem, romatizma] ateş, romatoit artrit ve öteki bağ dokusu hastalıkları ile glomerülonefrit ve başta miyelom olmak üzere tümörlerde çok yüksek değerlere ulaşır. Kalp krizi düşünülen olgularda EKG henüz nöbeti tam olarak gösteremezken saptanan sedimantasyon yükselmesi tanıyı destekleyebilir.
SEDİMANTASYON HIZININ DÜŞTÜĞÜ DURUMLAR
Sedimantasyon hızının düştüğü durumlar çok enderdir. Kronik bronşit ve akciğer amfizemi gibi alyuvarların sayıca arttığı hastalıklarla konjestif kalp yetmezliğinin ileri dönemleri ve bütün po-lisitemiler (alyuvar sayısında artış) sedimantasyon hızının normalin altına düşmesine neden olur.
Hemen bütün virüs enfeksiyonlarında ve tifo gibi bazı bakteri enfeksiyonlarında ESH değerleri ya normal sınırlar içindedir ya da normalden biraz düşüktür.
SEDİMANTASYON HIZININ AZALDIĞI DURUMLAR
• Virüs hastalıkları
• Mononükleoz
• Polisitemİ (alyuvar sayısında artış)
• Talasemi minör (küçük Akdeniz kansızlığı)