Yaşlanma Olgusu

YAŞLANMA OLGUSU: Yakın zamanlara kadar bilim adamları bile, bu soru sorulduğunda gerçek anlamda bir yanıt vermekte güçlük çekiyorlardı. Bu konudaki en büyük sorun, yaşlılığın herhangi bir hastalık gibi belirli etkenlerin yol açtığı ve çeşitli ilaçlarla tedavi edilebilme olanağı bulunan bir süreç olup olmadığıdır. Yaşlanma çok etkenli ve çok biçimli değişmelerin gerçekleştiği geniş kapsamlı bir süreçtir. Bu nedenle geri çevrilmesi ya da bir hastalık gibi tedavi edilmesi çok güç ve karmaşıktır. Son yıllarda sürdürülen yoğun çalışmalar sonunda, yaşlanma olayının ancak belirli yönleri açıklığa kavuşabilmiştir. Yaşlanmanın kesin sınırlarının çizilmesi güç olmakla birlikte, organizmanın gelişimi ile de sık bir ilişki içerisinde olduğu iyi bilinmektedir. Gelişme belirli bir aşamaya geldiğinde, yaşlanma süreci de işlemeye başlar. Bir yaşamın başlaması ve gelişmesi ise daha başka açıklamaları gerektiren kavramlardır. Kuşkusuz yaşamın başlangıcı doğum olayı değildir. Dişi yumurtasının erkek sperması ile döllenmesi, yaşam sürecini tetikleyen ilk mekanizmadır. Bundan sonraki gelişmeyi belirleyici temel etkenler, döllenmiş yumurta içerisindeki genetik ve dış ortam koşullarıdır. Organizmanın biçimlenmesi, ilk döllenmiş yumurta hücresinin mitoz bölünmelerle çoğalması sonucunda gerçekleşir. Doğum aşamasına gelmiş bir bebek, ana karnında ilk taslak tohuma oranla milyon ya da milyarlarca kez bir büyüme göstermiştir. Halbuki yeni doğan bir bebeğin erişkin bir insan durumuna gelebilmesi için 20 katı kadar büyümesi yeterli olmaktadır. Bu iki değişik oram birbirleriyle karşılaştırdığımızda , insanoğlunun pratik olarak doğum olayı sırasında ulaştığı- aşamada gelişimini tamamlamış olduğunu görürüz. Milyonlarca kez büyümenin yanında, 20 kez bir büyüme rahatlıkla önemsenmeyebilir.


Gelişme çağında yenilenen hücre sayısı, yıpranan ve ölen hücre sayısından fazladır. Organizma erişkin hale geldiğinde yapım ve yıkım hızı bir dengeye ulaşır ve yaş ilerledikçe bu denge olumsuz yönde yeniden bozulur, hücre yapımı yıkım hızına bir daha yetişemez. Ancak sözünü ettiğimiz bu süreç, çeşitli organ ve dokularda farklı zamanlarda gerçekleşir. Yaşlılıkla ilgili kimyasal ve biyolojik süreçlerin kinetik incelemelerini yapan bilim adamları, fiziko kimyasal bakış açısından yaşlanmanın, canlı organizmadaki bazı istenilmeyen değişikliklerin çevre ile etkileşimleri sonucu ortaya çıkan ,bir durum olduğunu söylemektedirler. Yaşlanmayı önlemek ve yaşam sürecini uzatabilmek için arzu edilmeyen değişikliklerin oluştuğu bu süreci olabildiğince geciktirebilmenin yolları araştırılmaktadır. Olayları kimyasal açıdan incelediğimizde, polimer yapıdaki moleküllerin parçalanması ya da besinlerimizin bozulup kokuşması gibi rastgele oluşan, fakat olumsuz sonuçları olan birçok sürecin söz konusu olduğunu görürüz. Bunları bir anlamda maddenin yaşlanması olarak da niteleyebiliriz. Çünkü besin maddeleri ya da moleküller, bulundukları konumu koruyamamakta, çevre ile çeşitli (ısı, enerji, mikroplar gibi) etkileşimler sonucu biçimsel ve öznel değişmelere uğrayarak yapıları bozulmaktadır. Bu süreçlerin çoğunluğu da “Serbest radikaller” denilen çok aktif, molekül parçalayıcı öğelerin etkileri sonucu ortaya çıkmaktadır. Ne gariptir ki, bu yıkım sürecini başlatan serbest radikaller ortamda uygun oranlarda bulundukları zaman yaşayan organizmalarda yapım süreçlerini de başlatıcı rol oynamaktadırlar. Bir başka deyişle yaşam süreci duyarlı dengelerin rol oynadığı, yapım ve yıkım olaylarının iç içe yürüdüğü çok karmaşık yapıda bir organizasyondur.


Yaşlanma olayının, organizmadaki istenilmeyen değişikliklerin artmasıyla ilerleyen bir süreç olduğunu belirtmiştik. Bazı kimyasal maddeler yardımıyla bu değişmeler engellenirse, yaşlanma olayı da en azından geciktirilmiş olacaktır. Bilim adamları bu düşünceden hareket ederek, serbest radikalleri tutuklayıcı ve etkisiz duruma getirici bazı inhibitör bileşikleri incelemeye başlamışlardır. Bu düşünce pratik yanıtlarını hemen elde etmiştir. Canlı organizmaların yaşamla ilgili etkinliklerini düzenleyen, bilginin saklı olduğu DNA moleküllerinin bozulması engellenerek büyük bir başarı elde edilmiştir. Bu başarı, radyoaktivitenin DNA molekülleri üzerinde yarattığı zararları ortadan kaldırmak amacıyla yapılan çalışmalar sonucunda elde edilmiştir. Radyasyon etkisinin yaşlanmayı artırıcı yönde olduğu bilindiğinden, aynı koruyucu önlemin yaşlanma sürecini de etkileyebileceği düşünülmüştür. Genç organizmaların arzu edilmeyen çevresel etkileşimleri baskı altına alabilecek nitelikteki, kendilerine özgü doğal inhibitör moleküllerinin var olduğu saptanmıştır. Yaşlanma ile bunların sayısında da bir azalma olmaktadır. Deney

hayvanlarına koruyucu nitelikli ilaçlar verüdiğin-de, bu koruyucu inhibitörlerin yaşlanma ile kaybı oldukça azalmaktadır. Dolayısıyla geçen zaman içerisinde yaşlanan organizma, çevreden gelen istenilmeyen etkilere gençliğindeki gibi karşı koyabilme yeteneğini korumakta ve varoluş kavgasını sürdürmektedir. Çok çeşitli etkenlerden birisi böylece açıklığa kavuşmuştur, fakat tüm sürecin aydınlatılabilmesi uzun ve karmaşık çahşmalar sonucunda olabilecektir. Hormonlar üzerinde çalışan bilim adamları ve endokrinologlara göre yaşlanma olayı, sınırları belirlenmiş programlı bir süreçtir. Genetik bilginin bozulması ve zarar görmesinin yaşlanma ile artan oranlara ulaşmasını ve sonuçta bazı işlev bozukluklarına neden olmasını yaşlılık olayının geniş anlamda sorumlu mekanizması olarak görmemektedirler. Doğadaki yanlışlıkların,” hataların oldukça fazla sayıda olduğu, rastlantı sonucu gerçekleştikleri ve organizmadan organizmaya farklılıklar gösterdikleri görüşü ileri sürülmekte, yaşlanmanın çok çeşitli biçimlerde gerçekleşeceği anlamı vurgulanmaktadır. Süreç olarak bireyler arasında değişkenlik söz konusu olmasına karşılık, yaşlılık belirtileri ve aşamaları, genel anlamda şaşırtıcı derecede bireyler arası benzerlik gösterir. Bir başka deyişle olay özünde aynı olaydır, fakat biçimsel olarak farklı gelişim gösterir. Bu özet, tüm endokrinologların yaşlanma konusundaki görüşünü yansıtmaktadır. Yaşam sürecinin belirli aşamalarında, üretici-yaratıcı işlevler gerilemeye başlamakta ve organizmanın koruyucuları yeteneklerini yitirmeye başlamaktadırlar. Bütün bu olguları değerlendirdiğimizde, yaşlanma olayının genetik açıdan özel biçimde programlanmış bir süreç olduğu varsayımının da göz önünde tutulması gereken bir olasılık olduğu ortaya çıkar. Yaşlıları özellikle etkileyen hastalıklar arasında da büyük bir benzerlik vardır. Binlerce çeşidi bilinen hastalıklardan yalnız yedi tanesi, her 100 yaşlı kişiden 85′inin ölümüne neden olmaktadır. Bu kadar sınırlı sayıda hastalığın bu kadar yüksek bir oranda etki yaratması şu soruyu âkla getirmektedir: Acaba yaşlılıkta hastalıklar da mı genetik olarak programlanmıştır? Bu ilginç sorunun yanıtını olumlu nitelikte destekleyici kanıtlar bulunmaktadır. İnsan, alabalık ve sıçan gibi birbirlerinden tümüyle farklı üç canlı türünün yaşlılık dönemlerinde, aynı çeşit hasta-


lıklara yakalandıkları saptanmıştır. Özellikle yumurtlama döneminden sonra yaşamları sona eren alabalıklarda bu durum daha belirgindir. Alabalıklar yumurtladıktan sonra kandaki kolesterol düzeyleri çok yüksek değerlere ulaşır ve koroner yetmezliğinden ölürler. Bu ve faenzeri ‘ kanıtlar, endokrinologların ileri sürdükleri tezin de belirli ölçülerde gerçekleri yansıttığını, fakat yaşlanma olayım tümüyle aydınlatmaya yetmediğini göstermektedir.


İnsanoğlu için büyüme olayı yaklaşık 25 yaş dolayında durmaktadır. Varsayım olarak birçok etkinliğin de bu dönemde sabitleştiği düşünülür. Fakat gerçekte durum böyle değildir. Yetenekte bir artış gözlenir, fakat artık birçok şey dengeleyici ve kontrol edici karmaşık sistemler aracılığıyla ayarlanmakta ve yavaş yavaş gerilemeye başlamaktadır. O halde 25 yaşındaki bir insanın temel biokimyasal parametreleri incelenerek, büyümesinin üst sınırındaki yeri saptanılmak ve bundan sonra periyodik olarak yapılacak incelemelerde kişinin bu değerlerden ne ölçüde sapmalar gösterdiği bulunmalı ve değişen parametrelerin yemden normal değerlerine dönüşümü sağlamlmalıdır. Böylece yaşlanma süreci dondurulmuş olabilir. Bugün için yalnız bir varsayım olmaktan öteye geçemeyen bu düşüncelerin, ne ölçüde gerçekleşebileceğini zaman gösterecektir.